Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Haziran, 2023 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Erbain'den Enneagram'a

Mızraksız İlmihal kitabında bir tip var, dava delisi Kerim. Dönüş yapıyor ve devamlı bir şeyler okuyor, öğrendiğini de hemen uygulamak derdinde. Etrafındakiler de nasıl olsa Kerim almaya hazır diye dayıyor bilgiyi hiç ara vermeden ve Kerim'in trafo patlıyor bir gün.  Bir seyler öğrenmek, bunları sindirmek, uygulamak ve uymayanı atmak için de bir mesai gerek. Bazen dinlediğimiz bu konuşmacılar akşam eve gidince nasıl uyuyorlar diye düşünmeden edemiyorum. Sürekli öğrenmek, aksaklıkları görmek ve sonra aynı sistemin içerisinde pek bir şeyin değişmediğini de görerek kalmaya devam etmek her babayiğidin harcı değil zira.  Yılmadan, bıkmadan aşağı yukarı hep aynı şeyleri ilk sefer anlatıyormuş gibi coşkuyla anlatabilmek benim çok da yapabildiğim bir şey değil. Yılların birikimi ve okumaya meraklı olmam nedeniyle hizmet içi eğitimlerde anlatılan şeylerin çoğuna az çok aşina olduğumu görüyor, çalışmaya ilk başladığım zamanlarda hem uygulamaya hem de çevremdekilere aktarmaya çal

Bayram sorunları

Bir kurban bayramı sorunsalı olarak kıyma çektirmek... 😎 Sabah erkenden atladım Düldül'e. Niyetim hemen bir alt sokaktaki yani en yakındaki kasaba gitmekti. O da ne kapıda bir kuyruk. Bastım pedala bir sonrakine gittim. Oradaki kuyruk da çoktan dükkanın önünden Amiral'e doğru kıvrılmış Sakarya misali. Altındeğer, Bilgiçler, Bizim Kasap derken bütün çarşıyı beş dakkada turlayıp rotayı Elit Taksi durağı sokağına çevirdim.  Çok gezen mi bilir çok okuyan mı? Çok okuyan bazı şeyleri iyi biliyor olabilir ama günceli kaçırmak istemeyen gezme kısmını da ihmal etmemeli. Bayram öncesi bir flanör 😎🚴 olarak şehrimde 😉 dolaşırken ara sokakların birinde ufacık bir şarküterinin camında bayramda kıyma çekilir yazısını gördüğümü hatırladım. İçeri girdim sadece bir kişi vardı ve hemen sıra bana geldi.  Dönüşte bütün kasapların önünden tekrar geçtim. "Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak, haykırsam kollarımı bir makas gibi açarak" diyesim geldi. Herkes ke

Taşrada bayram

Perde asla kapanmamalı deyip babası ölse sahneye çıkan tiyatrocular gibi oldum. Erbain'e başlarken bayramı hesaba katmış mıydım hatırlamıyorum. Çok şükür üzüntü yok. Bayram sevincimi yedeğime alıp birkaç kelam ederim dediydim sabahtan ama zamanı hesaba katmamışım. Birazdan arabam balkabağına dönüşecek. Mustafa Çiftçi taşranın güzelliğinden bahsederken tanımadığınız insanlarla da bayramlaşırsınız ve bu büyük bir şeydir dedikten sonra kendine has üslubu ile dede evinde yaşadıkları bir bayram hatırasını anlatıyor  video Bugün kapınızı çalan yabancı kişiler olmuştur mutlaka onları içeri davet etmeyi düşündünüz mü? Kendi adıma konuşayım en iyisi. Bize iki yabancı geldi, kapıdan bir şeyler ikram ettim ve gittiler. Aklımın köşesinden bile geçmedi içeri davet etmek.  Yazıyı okuyanlarla bir sosyal deney yapalım. Yarın kapımıza gelen yabancıyı -muhtemelen çocuktur gelen - içeri davet edip biraz muhabbet edelim. Bakalım neler olacak? Erbain 33/40 Son dakika 🙈 yayına hazırım.  Old

Baklava sütlaç mı gelin kayınvalide mi?

Baklava geleneğine savaş açtım yeni bir gelenek oluşturacağım :) Oğlan büyüyünce bir kızla tanışacak ve ona aile usulü erkânından bahsederken bizim evde kurban bayramlarında mutlaka sütlaç yapılır, kavurmanın yanında reyhan şerbeti ikram edilir diyecek. Bu kızlar hep oğlanlardan daha akıllı ve cin fikirli olur zaten. Kız ossaat kayınvalidenin baklava açmayı bilmediğini ve sırf bu yüzden asırlık geleneklere karşı çıkıp beceriksizliğini gizlemek için kendine yeni bir yol tutturduğunu anlayacak.  Karşısındaki gücün farkında olup onun gölgesinde ikincil bir karakter olarak serinlemeye ama aynı zamanda hep bir adım geride durmaya devam mı etmeli?  Yoksa derin bir nefes aldıktan sonra "ben bu bayram size baklava yapayım" deyip kraliçeliğini ilan etmeli ve güneşin yakıcılığı altında yalnız başına bile olsa en tepede olmayı mı seçmeli? Daha yolun başında, kim bilir kaç bayram görecek. Şimdiden güç ve iktidar sarhoşluğuna kapılıp kendini paralamanın alemi yok.

Bizim evin tokmağı

Bilen bilir bu bizim evin - yani babaevimin, aslında ben oraya hep annemin evi derim belki annem babamdan sonraya kaldığı için- en dış kapısının tokmağı. Kapı dışarıdan anahtarsız açılmıyor gibi görünse de tokmağı çevirince açılıverir. Osmanlı'da kapılarda bir kaç halka olurmuş da gelen kadınsa ayrı halkayı erkekse ayrı halkayı tıngırdatırmış ya bizimki de onun başka bir versiyonu. Gelen tanıdıksa ilk kapıdan istediği gibi teklifsizce girerdi. İçeride bir kapı daha var. Gerçi onun da anahtarı yatana kadar hep üstünde dururdu. Şayet gelen yabancı ise zile basıp beklerdi. Cumba yok ama kapıyı gören pencereden hafifçe tüle yaklaşınca kimin geldiği anlaşılırdı.  Martin Eden yazı yazmaya başladığında kendince bir şeyler yazdı. İyi olduklarını düşünüyordu. Başka bir işle uğraşmayıp bütün vaktini okumaya ve yazmaya ayırdığından parasızdı. Yazılarını bir kaç kuruş kazanırım ümidiyle gazetelere gönderdi ama hepsi geri geliyordu. Sonra çok satan, itibar gören ve aslında kendisini

Elleme yağsın

Tasavvufi açıdan bakınca hiçbir şey yapmamaya katlanabilmek lazım. Bilgeliğe giden yol bir şey yapmaktan değil yapmamaktan geçer aslında ama ben onu beceremiyorum, diyor Ekrem Demirli. Ben de beceremiyorum demiştim daha önce. İnanç Ayar da son podcastte yaptığı alıntıda, denge arayarak kendi sağlam zeminini bulamazsın. Ayak basacağın kendi sağlam zeminini ancak dengesizliğin içerisinde rahatlayarak bulursun yani konforsuzluğun içerisinde kalarak diyor. Hayat böyle, her sey dingin olmasını bekleyemezsin. Denge arayışında olmak yerine çünkü bulamayacaksın, kendi sağlam zeminini dengesizliğin içerisine doğru rahatlayarak bulursun diyor. Konforsuzluğun içerisinde kalabilmek, buna tahammül etmek öyle pek de kolay bir şey değil. Geçen sene bu vakitlerde ayağım alçıda olduğu için bütün gün balkonda oturup gökyüzüne bakıyordum. Bu süreci yukarıdaki iki veri ile birleştirip kendi kişisel tekâmülüm açısından iyi bir şekilde atlattım diyebilir miyim, bilmiyorum. Yakın pla

Yeniden başlayanlar...

Ergen psikolojisi ile ilgili kitap okumam lazım diyorum, Ben yetişkinim diyor 🥴. Hangi ara yetiştin? **** (teşekkür ediyorlar, çok yaşıyorlar çeyrek altını önemsiyorlar, küresel ısınmayı ve beş çaylarını ortadoğu’yu ihtiyaç halinde seviyorlar, gökdelenleri her haliyle eve geç gelmeyi borsaya bağlıyorlar, geriye kalanları astrolojiye “konuşan tartı”lardan korkmuyorlar bir de, -ben bazen korkuyorum- ) **** Çocuklarınızı her zorluğa karşı dayanıklı olacak şekilde yetiştirin diyorlar, -ben yetiştiremiyorum - 🙈 Bir şey oluyor; hemen bisküviyi çaya bandırıp çocukluğu iniyorum.  Bakıyorum sanki bütün naneleri ben yemişim, çocuğuma hiç nane kalmamış 🙈  Ah yazıııık diyorum, gardım düşüyor.  Nolcek bu işin sonu bilmiyorum. **** (çocuğu okula yazdırıyorlar, merkez sağ’ı ve dedikoduyu çok seviyorlar üniter yapı diyorlar, uluslararası toplum, en az iki yabancı dil minareler gölde ediyor, başka ihsan da istiyorlar ben rahatça ölsek diyorum.) **** Çocuğu okula

Karanlık Ay'ın annesi mi?

Yeni bir kitaba başladım. Kitabın başında Voltaire’den alıntılanan bir söz var; neşeli olmak nezaket gereğidir. Okuyunca tebessüm sadakadır dedim ve gülümsedim.  Türkçenin Sırlarını da okuyorum yavaş yavaş. Genç değilim. Çok yaşlı da değilim. Çok okumuş da değilim. Çok renkli ya da ağdalı tabir edilecek göze çarpan, ilgi çeken bir dilim yok. Kelime hazinem de pek zengin değil. Öyle günlük birkaç kelime ile işimi görüyorum ama anladığım kelimeler kullandıklarımdan fazla. Eskiye dair olanlara kulak aşinalığım var, biraz da hem okul hem bulunduğum aile ve çevre nedeniyle dini literatüre yatkınlığım var. Zamanla şöyle bir şey fark eder oldum. Mesela İnanç Ayar dinliyorum. Konuyu yabancı kaynaklardan derleyip kendi süzgecinden geçirerek ve steril bir dil ile yani hiç dini argüman içermeyen bir dil ile anlattığı halde çoğu zaman ben alttan alta devam eden bir ayet şerhi bir hadis açıklaması dinliyorum hissine kapılıyorum. Neden, çünkü benim zihnimde bu konuya dair oluşmuş bir zem

Ciddili kitaplar :)

Ben İmam Hatip'teyken bir fikir kitabı okuma furyası vardı. Kitap fikir vermeliydi. Yemek tarifi gibi açıcan bakıcan ve hop diye hemen yapıcan. Okunacak şey ciddi olmalıydı, öyküydü romandı öyle boş işlerle uğraşmamalıydı insan.  Müslüman Olmam Neyi Gerektirir, Yoldaki İşaretler, Ruh Terbiyesi, Kelimeler ve Kavramlar okumak için kendimi zorladığım kitaplardan aklımda kalanlar.  Mızraksız İlmihal kitabında böyle bir bölüm var, içimi yakıyor okudukça. O dönem çıkan kitapların isimlerini arka arkaya yazmış yazar. Kitap isimlerinden bir hikaye çıkmış ortaya, şaka gibi.  Geçenlerde Fatma Barbarosoglu'nun Rasim Özdenören'in arkasından yazdığı veda yazısını okudum. Rasim Özdenören'in öykü yazdığını bilmiyordum. Kendisi fikir kitapları yazan yazar kategorisinde mesafeli durduklarımdan biriydi benim için. Fatma hanımın söz konusu yazıda, öykü yazana kadar hep zihnimde taşıdım, dediği Ocak adlı öyküye bir bakayım dedim. Kahvaltı boğazıma dizildi resmen. Bi

Hazır ol!!!

Gençliğimde neredeyse bütün idareciler "gavurdu" :) okulda başımızı açtıranlar, hastaneye sokmayanlar, mahkemeye almayanlar. Liste uzaaar gider. Ve bu makam sahibi adamlar hep karşılarında el pençe divan durulmasını isterdi.  Okulda omurgalı tabir edilecek cinsten meslek hocalarımız vardı, bize dik durmayı öğretiyorlardı. Onlardan biri, Peygamber Efendimizin (sav) bir ortama girince içeridekilerin ayağa kalkmalarını istemediğini, hatta bu konuda onları uyardığını, "Acemlerin birbirlerini yücelterek kalktıkları gibi siz de ayağa kalkmayın." dediğini aktarmıştı.  Sanırım bu biraz da ilk paragrafta yazdığım süreçler nedeniyle bilinçaltıma yerleşmiş. Bileşenlerine göre sürekli farklılık arz eden bir davranış olması gerekirken tuvalete sol ayakla girmek gibi kalıp bir davranış hâline gelmiş.  Düne kadar bunu düşünmüş değildim ve biri geldiğinde kalkmadığımın ya da ben bir yere gidince ne yapıldığını umursamadığımın bu kadar ayırdında değildim. Dün bu konuda k

Arpacı mı kukumav mı?

Bir yaşıma daha girdim. Yok yok, bugün doğum günüm değil. Yıllardır arpacık kumrusu diye bildiğim şeyin arpacı kumrusu olduğunu öğrendim az önce. Erbain 25 henüz ortada yok ve arpacık kumrusu gibi düşünüyorum dedim. Bazı günler yaşamaktan yazmaya vakit kalmıyor. Ya işlerin çokluğundan sıra gelmiyor ya da beklenmedik şeyler oluyor ve insana bir kal geliyor.  Bir de kukumav kuşu gibi düşünmek var. Arpacı mıyız kukumav mı?  Arpacı derin derin ne yapacağını bilemeden, çaresizlik içinde düşünüp durmak anlamında kullanılırmış. İki deyimde de eylem aynı aslında ama kukumav gibi düşünmenin farkı ne bilin bakalım. Üzüntü. Kukumav'da üzüntü var. Hem onunla başa çıkacak, gönlünü ferahlatacak hem de bu üzüntüye rağmen bir çıkış yolu bulacak.  Dili incelikli bir şekilde kullanabilmek büyük bir yetkinlik. Peygamber efendimiz cevâmiu’l-kelimdi. Yani konuştuğunda az sözle çok mana ortaya koyardı. Bazen konuşmalar o kadar uzuyor ki. Aynı şeyleri havanda su döver gibi anlatıp duruyoruz.

İlham - kabz

Uhud'a bakıp ilham beklediğim bir gün. Fotoğrafta görünen dağın adı Gökçetepe ama ben ona Uhud diyorum. Biraz şiir okuyayım dedim. Kütüphanedeki bütün Koytak'ları koydum masaya. Kahveyi koydum. Telefonu koydum, defteri koydum masaya... Masa da masaymış haaa.  Şimdi bu yazdığım son cümle kaç kişiye bir şey hatırlattı? Şayet o şiiri biliyorsanız ve seviyorsanız birden okuduğunuz metin sizin için bir şey ifade etmeye başlayacaktır. Aaa yazarla aynı dili konuşuyoruz, aynı iklimde yaşamışız hissi ortamı yeşillendiriverecektir hemen. Artı bir. Şayet şiiri bilmiyorsanız bu sefer de metin anlamsız bir yığın hâline gelecektir. Eksi bir. Kitaplarda böyle ayrıntılara denk gelmek beni heyecanlandırıyor. Selman Bayer'in Kendi İçine Düşenler Ansiklopedisi adlı kitabında Eşkıya filmindeki Eşkıya (Şener Şen) ile Cumaali (Uğur Yücel) arasına geçen o son sahneden bir cümle görünce nasıl da parlamıştı gözlerim. Ne yaptım tabii ki hemen etraftaki bir kaç kişiye okutt

Havf ve reca

. Özel günlerden korkuyorum. Gereğini yapamayacak olmak beni rahatsız ediyor. Bir an önce geçip gitsinler istiyorum.  Özel gün dediysem babalar - analar günü, doğum günü falan değil bahsettiğim. Kandil geceleri, Ramazan'ın son on günündeki tek geceler, kapımıza dayanan Zilhicce günleri. Terviye, arefe, pazartesi, perşembe, cuma saati, bayram sabahı, Muharrem'in 9, 10, 11'i,  her ayın 13, 14, 15' i. Din ile bağım korku ve cezalandırma üzerine mi kurulmuş acaba? Bugünleri fırsat bilip coşkuyla elimden geleni yapmak yerine yapılması gerekeni yapamamak düşüncesi ile darlanmak, korkmak ve sıkılmak da neden?  Havf ve reca arasında durmak bu mudur? Sanmıyorum. Pasifize eden korku o tavsiye edilen havf olamaz.  Bize hep ideal örnekler anlatıldığı için mi böyleyim. Tapduk Emre'nin dergâhında Yunus'tan başka kimse yok muydu ki?  Hoca şöyle bir örnek vermişti. Bir yapboz var. Büyükçe bir manzara. Dağ, taş, uçsuz bucaksız gökyüzü, dere kenarında otur

Bir nesli es geçen keyif

Şurada bir kahve içsem, buranın manzarası iyi bir çay alıp geleyim, azıcık da şu köşede kitap okuyayım, hava güzel bisikletle gezeyim diyerek dolaştığım bir gün annemle babamın neredeyse hiç keyif yapmadığını düşündüm.  Duyguların Rengi adlı film, "beyaz bebeklere annelik yapan siyahlar" konusunu anlatan 60'larda, Jackson, Mississippi'de, ırkçılığın oluşturduğu kalın sosyal kuralları yıkarak kendilerini tehlikeye atan ve o yıllar için imkânsız görünen bir dostluk kuran üç olağanüstü kadının ilişkisini anlatıyor. Filmin sonunda, siyahlara yapılanlara karşı kendisi düzgün bir duruş sergileyemese de kızının arkasında duran anne şöyle diyor: "Bazen cesaret bir nesli es geçebiliyor." Cesaret gibi bazen keyif de bir nesli es geçiyor. Hep bir keyif peşindeyiz. Bizden öncekiler böyle değildi sanki. Enneagramda insanların tipi olduğu gibi devirlerin de tipi vardı sanırım. Zamana ve nesle söylenmeyi sevmiyorum. Her vaktin bir oluru var. Zor zam

Tencere yemeği özgürlüktür

Yemek yapıyorum. Akşama misafir var. Tencereleri tezgahın üzerine koydum. O sırada aklıma bir aforizma geldi. Tencere yemeği özgürlüktür dedim. Virginiacığımın muhtemelen evinde yemeklerini pişiren bir hizmetçi vardı. Tutturmuş bir oda. Oda kolay halbuki. Nolcek koca işe gider çocuk okula, olmadı sokağa çıkar, kendi kendine odanın biri benim dersin, mutfağa bir koltuk atarsın falan, olur yani. Asıl dert, yemek. Hep kafada dönüp duran bir sancı.   Sevgi Soysal Yenişehir'de Bir Öğle Vakti kitabında mahalledeki çingenelerin bütün gün cosur cosur kızartma yaptığını anlatıyordu. Bunu kınayarak mı söylüyordu bilmiyorum. Kızartma kültürünün aşağılanmasını anlamıyorum zaten. Bence de kızgın yağ ile buluşan yiyecekler bir harika. Ben zaten yağsız çalışamayan makina gibiyim.  Neyse konuya geri dönelim. Bir kadın için en büyük özgürlük rahatça konulup pişirilen ve istediğin zaman servis edilen tencere yemeğidir. Annem sabahtan iki tencereyi ocağa koyardı. En azından bu

Çocuğun dünyasına yolculuk

Ona dokunma buna yapışma diye sürekli çekiştirilen meraklı bir minik görünce hemen dikkat kesiliyorum. Herkesin hassasiyeti kendine elbet ama ay kedi elleme mikrop bulaşır, ay çamur üstün kirlenir, ay koşma düşersin diye diye dolaşılınca içim darlanıyor. Bir bırakın demek istesem de tabii ki demiyorum. O ebeveynin de çocuğun da yaşayacağı bir şey var sonuçta. Hayat sadece gördüğümüz o andan ibaret değil.  ilgili video Bu video bana yeni doğmuş bir çocuğa kendi ritmiyle eşlik edince ortaya nasıl da güzel bir şey çıkacağını gösterdi. Çok duygulandım. Kaçıncı kez seyrediyorum bilmiyorum.  Mehmet Teber'in Moral FM'de yıllar önce yaptığı “Çocuk Dünyasına Yolculuk” adlı 20 bölümlük bir programı var. Arşivlerde duruyordur. Çok kıymetli bilgiler içeriyor. Her bölümde mesleki donanımı ile aktardıklarının yanı sıra bir kitap, bir şiir, bir şarkı ve bir film öneriyordu. Böylece çocuk dünyasına dair güzel bir alt yapı oluşuyor kişinin zihninde. Listeleri kaydetmiştim, isteyen dm’den yazsı

Kediler

Kediler paralel evrenden gelmiş olabilir mi? Ben eskiden kediden korkardım bir kedi kazara bana doğru yürüse çığlığı başardım. Şimdi sadece havlayarak bana doğru gelen bir köpek olursa çığlık atıyorum. Az buz değil mahalleyi inletecek bir çığlık ve gözlerimi kapatıyorum. Bunlar istemsizce oluyor. ilkel ve içgüdüsel bir savunma sistemi herhalde. Gözümü kapatıyorum tehlikeyi görmemek için, bağırıyorum hayvanı savuşturmak için. Korksun ve benden kaçsın diye galiba.  Necdet Şen 2001 yılında çıkan Nereye adlı kitabında İstanbul'dan Hindistan'a gidişini anlatır. Gezdiği yerlerden aktardığı bölümlerde kuyruklu melek diye bir şey tarifler. Ben konuya o kadar uzağım ki okuyorum ama bahsedilen şeyin bir kedi olduğunu çok sonra anladım. O kitapla beraber düşünce planında sadece düşünce planında kediye biraz yakından bakmaya başladım.  Çok zaman sonra abimin dükkanına bir kedi geldi. Bakışı hiç diğer kedilere benzemiyordu. Oğlum bile sokakta gördüğü kedi

Johari penceresi

Her seferinde diktiğim kolda sorun yaşıyorum. Tekrarlayan travma mübarek :)) Bana göre problem yok ama başkası baksa hemen görecek belki de. Johari penceresindeki kör alan gibi. Ağzın kokar, herkes duyar da bi senin haberin yoktur mesela. Pencere dört bölümden müteşekkil. İkincisi  gizli alan. Dışarıdan her şey iyi görünse de için çürümüştür kimse bilmez senden başka.  Üçüncü pencere bilinmeyen alan. Adından anlaşılacağı üzere oradaki özellikler ne sana malumdur ne de başkasına. Şartlar olgunlaştığında ortaya çıkacaktır aniden. Son bölüm açık alan yani hem kendimizin hem başkalarının bizim hakkımızda bildiği şeyler. Yaşımız, adımız, mesleğimiz vesaire.  Hayat bu dört alan içerisinde bilinmeyenden açık alana doğru yolculuktur belki de. Gizli alandaki çürümüşlükle mücadele ederken bir yandan bilinmeyen alandaki belirsizlikleri azaltmaya çalışmak. Bir daha yazıyı akşama bırakmayacağım. Bu bana ders olsun. Ben akşamcı değilim. Akşam yazıları karamsar oluyor.  Gündüz