Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Mart, 2023 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Verbal Nonverbal

Prof.Dr. Tahir Özakkaş'ın danışanla ilk görüşme adlı konuşmasında isimlerden bahsettiği bir bölüm var. Danışanın isminden yola çıkarak ulaştığı olası sonuçları dinlerken insanın ağzı açık kalıyor. Danışanın yürürken çıkarttığı ayak sesinden, kapıyı açışından, el sıkışından, kolunu bacağını yerli yerine koyup koyamayışından sürekli veri topluyor. Danışan daha ağzını açıp bir kelime bile etmemişken doktorun kafasında bir sürü olasılık beliriyor. Bunları verbaall nonverbaaalll diye uzatarak bir tanımlayışı var ki birden kendimi Mekteb-i Tıbbiye'de eski hocalardan birinin dersini dinlerken buluyorum. Elbette bu çıkarımları yapabilmek ve dinleyicileri sıkmadan aktarabilmek için yılların tecrübesine ve derin bir kültürel alt yapıya sahip olmak gerekiyor. Neyse efendim ben de bu bilgilerden yola çıkarak kendi kendime minik oyunlar oynuyorum. Öğrencinin ismine bakıyorum hım diyorum. Doğum yerine bakıyorum hımm diyorum. Anne babanın ismine bakıyorum hımmm diyorum

Bidayet ve nihayet

Bidayeti olan her şeyin bir nihayeti vardır. Korka durun ölümden cümle doğan ölmüśtür. Şöyle bir baktım da elli iyi bir sayı olabilir. Burada durayım. Her gün bir yazı ve fotoğraf paylaşmayı planlayıp bunu elli gün devam ettirdiğim için kendimi tebrik ediyor yazı için ilham beklediğim o eski günlere geri dönüyorum. En azından denedim.    "Denedim. Soğuk sular dökünüp fırladım sokaklara. Sorular sordum nice kara sıfatları üstüme alaraktan Sözlerimin anlamı beni ürkütüyor Böylesine hazırlıklı değilim daha. Bilmek. Bu da ürkütüyor.  Gene de biliyorum." Haydi kalalım sağlıcakla.

Bakış

Acıda ortaklaşmak için entellektüel bir birikime ihtiyaç yokmuş ama komedide birleşmek için entellektüel bir birikim şartmış. Yani büyük acılarda birlikte ağlayabilir ama hepimiz aynı şeye aynı anda gülmezmişiz. Bir de yapılan araştırmalara göre kişi bir ortamda güleceği zaman ilk anda farkında olmadan, gayrı ihtiyari önce sevdiğine ya da ortamda en iyi anlaştığı kişiye bakarmış. Bu bilgi bana çok keyif verdi. Bundan sonra gözüm üzerinizde. Bakayım kim kime bakıyor :)  Bu canım bahar mujdecisini siyah beyaza mahkum etmek hiç içime sinmedi ama neyse.

Velespit

Çocukken hiç bisikletim olmadı, sadece babamın dükkanına tamir için gelen üç tekerlekli bisikletlere binmişliğim var bir kaç kez. İlkokul bitince başımı örttüm ve İmam Hatip Lisesine başladım. Elime geçen her şeyi okurdum. Bir yerde Mevdudi'nin eşinin bisiklete bindiği bilgisine denk geldim. O bilgi yıllarca kafamda öylece durdu. Aslında içimde bir heves, istek, arzu falan yoktu. Sonra büyüdüm evlendim, otuz beş yaşımda iken bir oğlum oldu. Oğlan dört yaşına gelip ufaktan bisiklete alışınca, ben niye binmiyorum ki dedim. Bisiklet alacak para zaten yoktu da binmeyi öğrenip öğrenemeyeceğim de belli değildi. Odunlukta amca kızlarının küçücük bir bisikleti vardı. Her akşam yatmadan yan binadaki hasta anneme bakmam gerekirdi. Bu sakin iş için evden çıkıp kan ter içinde eve gelmeye başladım. Ayaklarım iki büklüm oluyordu ama olsun, en azından yere yakındım. Yine de düştüm ve dizlerim soyuldu. Tam keşke büyük bir bisiklet bulsam diye düşündüğüm günlerde ikinci el mobilya satan dükkanda 1

Şükür

Karamürsel'den Kızderbent'e giderken sıra ile Oluklu, Karaahmetli, Hayriye, Yalakdere ve Valideköprü köylerinden geçilir misss gibi 😉 tezek kokusu eşliğinde. Ben ona "inek kokusu" diyorum, öyle daha çok hoşuma gidiyor. Çocukluğumda bu yollardan hep bir mide bulantısı ile gidip geldim. Köy yolu benim için biraz da çile demekti. Arabamız yoktu, küçük koyu mavi bir minibüste, her an kusma ihtimaline karşı elimde poşetle yolculuk yapardım. O zamanlardan bilinçaltına yerleşmiş bir ferahlama ihtiyacı mı yoksa yeni yerler görme, degişik insanlarla tanışma arzusu mu bilmiyorum ama hep yol üstündeki köylerde durmak, bir nefes almak, kahvede çay içmek, camide namaz kılmak, köyü baştan sona yürümek isterdim. Hiç olmadı. Sanırım tek başıma çekindim, kafa dengi birini bulma arayışına da girmedim. Hala arabamız yok, hala minibüsün camından melül melül bakarak  arada Kızderbent'e gidiyorum.  Ama bugün bir şey oldu 😀😊🤭 güzergah üzerindeki ilk köyde, Oluklu camisinin önünde mi

Seyrimde bir şehre vardım

Eskiden sadece bugün ne pişirsem derdim vardı şimdi başıma bir de bugün ne yazsam derdi çıktı. Allah'tan "derdimi seviyorum" diyen büyüklerimiz vardı da derdin sevilecek bir şey olduğunu, insanın dertle büyüdüğünü duyduk. Öğrendik diyemedim çünkü bu büyük bir söz olur, ama duyduk orası kesin. Böyle böyle öğreneceğiz inşallah. Bir izin günümü daha podcast koması eşliğinde temizlik yaparak geçirdim. Evet evdeydim ama teknoloji sağ olsun gezmedik yer bırakmadım. Tıp okudum, dahiliye kesmedi gastroenterolojide yan dal yaptım, dergi çıkarttım,  sit-com yazdım, Colombia'da senaryo yazarlığı eğitimi aldım, hatta nefesimi tuttum dalış bile yaptım... 

Yeşermek

Gün içerisinde farklı öğrenci tiplerini gözlemleme imkanım oluyor. Kendi yaşamının şoför mahalline oturan, inisiyatif alan, karar veren, tercih eden ve tercihlerinin sonucunda kaybedeceği ve kazanacağı şeylerin farkında olup istediği sonuca ulaşamasa da hayata küsmeyen, her şeye rağmen yoluna devam eden kişi sayısı o kadar az ki. Böyle insanlarla sohbet etmek çok keyifli. Bugün bir tanesi günümü aydınlattı. Çiçek açtım.

Kitaplar

Bodoslama, hiç bakmadan, incelemeden, hakkında bir şeyler okumadan kitap aldığım pek vaki değildir. Genelde bakarım, nedir ne değildir, para vermeye, evde tutmaya değer mi diye. Bu kadar tartma biçmeden sonra alınan kitap da pek kıymetli olur tabi. Her tarafını yazarım çizerim, kitap benimle birlikte yaşlanır. Ara sıra başka evlere misafirliğe gider ama mutlaka geri gelir.  Nazan Bekiroğlu’nun Yusuf İle Züleyha kitabını 2000 yılında aldım. Okudum, bir daha okudum, nesirden nazma yaklaşan bölümlerini sesli okudum, yazdım çizdim, yazarla yapılan röportajların çıktısını alıp kitabın içine koydum. Birkaç kişiye verdim, okudu getirdi falan derken baktım bir ara kitap yok oldu. Kesinlikle hatırlamıyorum kime verdim, nerede bıraktım.  Aradan yıllar geçti sene 2019, evlenip uzaklara giden bir arkadaşım annesine gelmiş beni oturmaya davet etti. Vakit girdi namaz kılacağım seccadeyi camlı bir dolabın önüne serdiler. Namazı kıldım ama artık şeytan mı dürttü melek mi bilmem sanki o dolapta bana

Seçilmek

Genç bir tanıdığım kanser oldu ve hastalık hızla ilerledi. Hep şunu merak ettim acaba yakın çevresi; çocukları, eşi, annesi veya kardeşleri ile bu gerçeğin farkında olarak konuştular mı hiç. Ölüyorum, ölüyorsun cümleleri dile döküldü mü yoksa son ana kadar hep iyileşeceksin, şunu da iç bunu da yut şeklinde mi devam etti konuşmalar. Bu durum kişiye göre değişebilir elbet. Kimi son ana kadar öyle bir şey yokmuş gibi davranmak kimi de tüm yalınlığı ile her şeyi konuşmak isteyebilir. Konuşmak isteyen etrafında bunu dile getirebileceği bir kişi bulabilir mi, ondanda da pek emin değilim. Ölüme gidişi aşikâr olan kişi ile yapılacak filtresiz bir konuşmaya dayanamayabiliriz. Çünkü hiç hatırlamak istemesek de, dönüş tarihini bilmediğimiz kesilmiş bir biletimiz var bizim de. Annem uzun yıllar boyunca hastaydı, ağrıları vardı. Biz hep ona ümit vermeye çalışır, iyi olacağını bir çaresinin bulunacağını falan söyler doktor doktor dolaşırdık. Hatta siz hastalığıma inanmıyorsunuz ölünce inanırsınız d

Dönüş

Annemle babamın evimizin dışında, Kaddafi döneminin ülkede giderek yayılan çılgınlıklarından bizi korumak için buldukları yol, her gün ve her dakikamızın dolu olduğundan emin olmaktı. Okul, piyano, yemek, yüzme hepsi arka arkaya boşluksuz devam ederdi. Annem o günlerde sanki dünyaya sonsuza dek olduğu halde kalacakmış gibi davranıyordu. Sanırım annelerimizden beklediğimiz de budur: Dünyayı ayakta tutmaları ve yalan olsa bile dünya ayakta tutulabilirmiş gibi yapmaları. Babam geçmiş ve geleceği saplantı haline getirmişti, dönüp Libya’yı yeniden kurmaktan başka bir şey düşünmüyordu annemse kendini şimdiki zamana adamıştı.   Memleketimle bağ kurabilmek için sahip olduğum araçların tümü geçmişe aitti. Öfke, Libya’dan ayrıldığımızdan beri zehirli bir nehir gibi hayatımın içinden akıyordu. Babam hep bir sabır timsaliydi. Ne zaman bir konuda düş kırıklığı yaşadığımı göstersem “sabır Şerh el-Bal derdi. Huzur veren anlamına gelen Şerh el-Bal lakabını bana sabırsızlığımdan kurtulmam için takmışt

Dopamin

Coşku içermeyen bir gün kötü geçmiş gibi geliyor bana, çoğu zaman. Kasayı ekside kapatan esnaf gibiyim. Coşku yok, moral yok. Dopamin az, seratonin de az. Tamam mekanizma böyle çalışıyor biliyorum ama sıfırda kalmayı da yeterli görmeliyim. Hatta şükür sebebi olmalı bu. En azından yerimiz yurdumuz belli, sıfırdayız işte. Dipsiz bir kuyu gibi eksiye doğru kendimizi itmenin alemi de yok. Durduğun yere sahip çık. En azından olması gerekeni yaptım de. Biraz da tebessüm et. Asma öyle yüzünü. "🎶Hadi yüreğim ha gayret hele sıkı dur hele sabret, başını eğme dik tut, bu bir rüyaydı farzet🎶."

Teze Camii

Eşim Malatyalı. Daha önce iki kez Malatya'ya gitme imkanımız oldu. İklimin, doğanın, bitki örtüsünün, tarihi yapıların doğuya gittikçe değiştiğine şahit olmak benim gibi yaşadığı yerden pek uzağa gitmemiş biri için iyi bir deneyimdi. İnsanların davranışlarını gözlemlemek, tabelalardaki değişik isimleri okumak, dildeki şive farklılıklarını çözmeye çalışmak güzeldi. Mesela Cöşnük diye bir yer var. Görmeden sevdim. Adım Çöşnüklüye çıktı evde. Bir sürü şey var anlatacak ama ben bir camiden bahsetmek istiyorum. Malatya merkezdeki eskilerin diliyle Teze Camii'nden. Ahmet Murat'ın yeni bir kitabı çıktı, adı Taşı Taşırmak. “Bu kitap, camilerde duyulmuş bir sevincin eseri olsun, bir cami neşesiyle donanmış bulunsun isterim. Camilerin içinde geçen dakikalarımın şu fani dünyanın yabancılığını seyrelten en kıymetli anlarımın önemli bir kısmını oluşturduğunu, bu satırları yazdıkça daha iyi görüyorum. Bir cami yaptıracak param yoktu, ben de bu kitabı yazdım.” diyor Ahmet Murat. Bir mim

Cami hatıraları

Yaş olmus 47, hayatımda ilk defa bir cuma namazına iştirak ettim dün Süleymaniye'de (ilk olmaklık ayıbını şimdilik bir kenara bırakalım). Şairin Süleymaniye'de bir bayram sabahı dediği gibi gönle dokunan bir cuma namazı olmasını isterdim ama ne hocanın okuyuşu ne de sohbeti gönlüme dokunmadı (belki benim gönlümde dokunacak yer yoktu, onu da koyalım diğer kenara). Gezip dolaşırken vakt erişti ikindi oldu. Ezanı duyup cemaati kaçırmak olmaz diyerek biraz da gönülsüzce tekrar uyduk imama. O da ne bizim "cameyee yardım" diyen imam gitmiş başka biri gelmiş. Hele namazdan sonra bir aşır okumaya başladı, tut kendini tutabilirsen. Allahııımm, ben yine aynı ben ama gözyaşım sel olmuş. Hani müşrikler Kur'an -ı Kerim okunurken etkilenmemek için kulaklarını tıkarmış ya ve birbirlerine bir daha yapmayalım diye söz verdikleri halde kendilerine engel olamayıp gece gizlice gidip mescidin duvarına yapışırlarmış ya.. İşte öyle bir şey. Kayıtsız kalmak mümkün değil. Bildiğim de b

Ayşekadın fasulye

Kalktım, önce yıllardır görüşmediğimiz hissine kapıldığım annemi ziyaret ettim. Pazar günü görüşmüşüz en son bugün günlerden salı. Sonra bir gayret pazara gittim. Evde yiyecek bir şey kalmamış. Ramazan'da bu pazarın kalabalığı da hiç çekilmiyor, herkes burada. Dut aldım biraz iki renkli mor olanlardan. Yan tezgahta teyzenin biri ayşekadın fasulye arıyor.  Bu ayşekadın mı oğlum  dedi. Yok değil o ayşekadın. Nazende o, babamın sevdiğinden. Karşıdaki sırık, öbürü şeker. Yer gök fasulye ama ayşekadın yok. Köyden kardeşim istedi diyor teyze.  Ne ilginç değil mi? Köyden fasulye istiyorlar, bazen bizim köydekiler de ekmek istiyor çok şaşırıyorum. Ya hu köy dediğin kadınların herşeyi yapdığı yer değil miydi eskiden.  Biz burada tırım tırım köy yumurtası arıyoruz, geçen teyzem geldi maaşını çekmiş bi karton yumurta almış köye götürecekmiş fesubhanallah. Neyse, fasulye arayan teyze bana dert oldu. Ayaklarıma bir kuvvet geldi. "Yürü kardeşim ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin" dedim,

Yapı söküm

Düşme! İnsan bir düş'tü Önce kimin aklına düştü? Günaha düştü Cennetten düştü Sözden düştü Gözden düştü Gönülden düştü Yine de güzel bir düş'tü... Ayten Eren . Düşme! İnsan bir düş'tü Hakikat şu ki, insan; daha henüz kendisi hiç anılmayan ve tanınmayan bir şeyken (yaratılmamışken; üzerinden binlerce asırlık çok) uzun zamanlardan (“dehr”den) bir süre (hin) gelip geçmedi mi? İnsan 1 İlk kimin aklına düştü? Hani rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Biz seni övgü ile tesbih ederken ve senin kutsallığını dile getirip dururken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu. Bakara 30 Günaha düştü “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette oturun, orada istediğiniz yerden rahatça yiyip için ve şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz” dedik. Bakara 35 Şeytan onlara, “Ben gerçekten sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim” diye de yemin etti. Böylece ikisini de ayar