Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Şubat, 2023 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Duyma!

Hay bin kunduz. Her şeyden, her zaman, hemen haberimiz oluyor. Akın akın dört bir yandan  koşuyorlar. Kuşlu sosyal medya hesabım olmadığı halde düşüne düşüne düşünemez olmuş birinin ciyaklaması, klavyesinden döküldüğü anda önüme geliyor. Asla kaçırmamamız lazım. Ne yapayım şimdi ben bu bilgi ile? Eskiye güzelleme yapmayı sevmem ama eskilerin kafası pek bir rahatmış galiba.

İçinde kaybolma

Bir evin sürekli düzenlenip toparlanması gibi zihnin ve duyguların da düzenlenmesi, malzemenin tasnif edilip yerleştirilmesi gerekiyormuş. Bunu her gün olmasa da belirli aralıklarla mutlaka yapmak lazımmış. Yoksa içimiz çöplük olurmuş. İnsanın içinin girilecek hali kalmazmış. Tabi bunun işe yarar olması için doğru kaynaklardan beslenmeye devam etmek ve her işte olduğu gibi bunda da dengeyi gözetmek şarttır. Aksi olduğunda kendi içimizden bir türlü çıkamama durumu hasıl olur. Olur yani. İçinde kaybolma, içine kaçma falan... Orada kimse var mı?

Ayırt edebilen akıl

Yıllar önce bir tanıdıkla sohbet ediyordum. Aile büyüklerinin yaptığı bazı şeyleri eleştirmiş ve ben o yaşa gelince böyle yapmayacağım demişti, çünkü kendisine öyle davranıldığı için dertliydi. Ben de dedim ki, bunu şu andaki kafa yapın ile söylüyorsun o yaşa geldiğinde belki sen de aynı düşünce tarzına sahip olacaksın. Bu çok korkunç bir şey. Görüntü olarak yaşlanmaktan ziyade fikren yaşlanmak, olmadık şeylere takılmak, tuhaf alışkanlıklar geliştirmek gözümü korkutuyor. Bugün Kafka'nın Dava adlı kitabından bir alıntıya denk geldim. Bay K idama giderken aklından şu cümle geçiyordu: "Şimdi yapabileceğim tek şey ayırt edebilen aklımı sonuna kadar koruyabilmek." Tam da buydu söylemek istediğim. Ayırt edebilen aklımızı son ana kadar koruyabilmek. Yaşlanmak ve bir nevi Saadettin Ökten olmak :) 

Gitmek mi kalmak mı?

Tam bir işe koyulacağım, ne önemi var ki şimdi bunun diyorum. Tam birine birşey anlatacağım, memleketin hali böyleyken bu da mevzu mu diyorum. Spesifik bir konuda her şeye rağmen çalışmaya devam edebilmek bir irade terbiyesi gerektiriyor. Eski hocalardan öyle örnekler duymuşsunuzdur. Hocanın evladı vefat etmiştir ama o yine de dersine gider ve görevini yerine getirdikten sonra evladını toprağa verir. Bunlar bizim için çok uç örnekler. Kendimden bunu beklemiyorum ama en azından içimdeki o çabucak vazgeçme, yaptığım işi bırakıverme güdüsüne de dur demem gerekiyor. Kıyametin koptuğunu görseniz bile elinizdeki fidanı dikin tavsiyesi bu açıdan da okunabilir. Hatta o fidan çok gösterişli, cazibeli bir fidan da olmayabilir. Kimse de sizi alkışlamaz. Sessizce durmaya ve devam etmeye hazır mısın, sor kendine.

Bağ - Ağ

Hâlâ kitabın çok başındayım. Depremde vefat eden amcamı anlatmak istediğim yazı onun Libya'yaya gitmesi üzerinden başlamıştı. Okuduğum kitap da Libya'da geçiyor. Bu tevafuğu az önce idrak ettim. Kahramanımız ve ailesi için Libya, memleketleri olmasına rağmen bırakıp gidilmesi gereken tehlikeli bir yerken bir Türk işçisi için geçim kaynağı oluyor. Libya'ya çalışmaya gitmek diye bir olgu vardı benim çocukluğumda ve muhtemelen kitapta anlatılan zaman ile yakın tarihlere denk geliyordu bu gidiş. Amcamın tam olarak ne yaptığını bilmiyorum sanırım inşaat işiydi. Gerçi bunu konuşacağım aile büyüğü de kalmadı neredeyse. Olanları bir yoklayayım bakalım. Kitabı da okuyayım. İlerledikçe ben de kendi hikayeme dair izler bulurum belki içinde. 

Biz

Yeni bir kitaba başladım. Bir şeyler söylemek için çok erken ama yine de hemen bir alıntı yapasım geldi. Yazar memleketinden sekiz yaşında çıkmış ve otuz üç yıl aradan sonra endişeli ve kararsız bir halde havaalanında kalkacak uçağı bekliyor. Bu dönüşün yıllardır geliştirmek için büyük çaba harcadığı; “sevdiği yerlerden ve insanlardan uzakta yaşama becerisini” elinden alacağını düşünüp korkuyor. Ayrıldıkları yere hiç dönmeyen sanatçılar olduğu gibi “memleketinden asla ayrılmamalısın, ayrılırsan kaynakla olan bağın kopar. Cansız bir ağaç kovuğu gibi kalırsın; dışın sert, için boş” diyenlerin de olduğunu biliyor. Bu kısım bana Doğan Cüceloğlu’nun Var mısın kitabında kendisine yöneltilen üniversiteyi dışarıda okumak iyi bir karar mıdır sorusuna verdiği cevabı hatırlattı. Hoca şöyle diyor: Yüksek lisans döneminde yurt dışına gitmek daha iyidir. Eğer bir genç liseden sonra Amerika’ya giderse Türkiye’deki ergenliği, mücadelesi, acısı, aşkı, müziklerle boğuşması, arkadaşlarla hergelelikler ya

Büyük ağlamaklar

Yüksek lisans tezini okuduğum Pakistanlı bir genç var. Arada haberleşiyoruz. Son zamanlarda ne vakit konuşsak hep önce bizdeki bir olay nedeniyle duyduğu üzüntüyü ifade edip güzel dualar ettikten sonra mevzuya geçiyoruz. Benim içimde çok büyük bir ağlamak var zaten Nazan Bekiroğlu'nun dediği gibi. Ağladım, ağlayacağım. Bugün yine deprem nedeniyle üzüntülerini dile getirip, Türkiye'nin onlar için değerini anlattığında dedim biz bu delikanlıyla daha yeni bir şeyler için aynı minval üzerine konuşmamış mıydık, ya Rabbim memleketimizin başına ne çok şey geliyor. Neydi acaba, yangın mıydı o muydu bu muydu derken aklıma geldi İstiklâl'deki bombalı saldırı. Hemen de unutmuşum. Daha büyük bir acı gelmiş ve her şeyi silip süpürmüş.

Şivey şivey*

Bir dönem çalışmak için Libya'ya gitmişti. O günlerden hatıra diline yerleşmiş bir tekerleme gibiydi şivey şivey. Kocaman bir odun kesme makinası vardı bir de can yoldaşı bir at.  Yanında semaveri at sırtında dağlarda gezer, odun keser, çayını içer, keyfine de bakar bir şekilde rızkını kazanırdı. Kendine göre bir ritmi vardı. Yavaştı; dünya koşarken o yürümeyi, aza kanaat etmeyi ve değerlerinden ödün vermemeyi tercih etmişti. Galiba gördüğüm ilk sakallı kişiydi. Sanki o zamanlar başka hiç kimsenin sakalı yoktu. Fabrikada işe girecekti de sakalını kesmeyeceği için girmemişti. Yakasız gömlek giyer, tokalaşırken baş parmağımı kavrardı ve bu bir tavırdı bilen bilir. Askerde hastalandığından yaz kış beline sargı sarar cebinde kırmızı renkli bir iğneyle dolaşırdı. Her geldiğinde bir tane vururdum. İğneyi cebinden eksik etmediğine göre kimbilir ne kadar ağrısı vardı ama hep mütebessimdi çehresi. Çay servisine ondan başlayınca diğerlerini dolaşıp dönene kadar bardağı bitirir tepsiye geri k

Yas

"Eee..." derdi Hüsrev Bey mazerete binaen; "yası tutabilmek için hayatta kalmak gerek..." Bu cümleyi Sibel Eraslan'ın Canfeda Hz. Fatıma kitabından aldım. Kıtabı öyle yavaş okuyorum ki anlatamam, okumaya niyet ettiğimde bir iki günde bitirim demiştim oysa.  Deprem oldu ve birden hayat değişti. Aynalar Koridorunda Aşk kitabına başladığımda da böyle olmuştu. Tam o gün annem öldü, zaten yetimdim öksüz kaldım. Elimde aylarca o kitapla dolaştım. Gün geldi bir cümle okudum, gün geldi sadece bir kelimeyi düşündüm, bazen okumadım ama yine de kitabı hep yanımda taşıdım. Mustafa Ulusoy'un kalemi benim için iyi bir yas eşlikçisi oldu. Satır aralarına izlerimi bıraka bıraka ilerledim. Şimdi Sibel Eraslan ile yürüyorum, günlerdir ancak yirmi dördüncü sayfaya gelebildim. Yası tutabilmek için ayakta kalmaya çalışarak...

Şarkı söylemek

Yardım için gelen Filistin ekibinin şarkı söyleyerek eşya taşıdıklarını görünce gıpta ettim ve "neşeleri ile gelmişler direnmeyi biliyorlar" dedim. Önce Karsu'nun yardım için düzenlediği konserde avaz avaz bağırarak acısını ifade ettiği türküleri dinledim sonra da İlber Ortaylı'nın savaş ortamlarında dahi insanların müzikle iyileştiklerini, konserler düzenlediklerini anlattığı videoya denk geldim. Sâlâ ve salavatlar yüreğimizdeki acıyı merhametle sarmak için en güzel yoldu ilk günlerde ama içimden kendiliğinden çıkan şarkılar var.  Sezen Aksu nağmeleri dolanıyor dilime "garipliğine yan, yan yürek yan, gitti giden gitti giden" derken buluyorum kendimi. Sonra sana söz yine baharlar gelecek, sana söz ışık sönmeyecek diye bağırmak istiyorum. Ardından instagrama giriyorum utanıyorum, herkes birşeyler yazmış. Şarkı söylememeliyim galiba diyorum. Tam o sırada bir serçe görüyorum minicik ve hemen zihnimde başka bir parça başlıyor; Ah, küçücük gemi, sulara attın şimd

Dolmak

Okumadan yazmak, dolmadan taşmak gibi. Okumadığım bir gün. Dolmadım ki taşayım. İki günü birbirine eşit olan ziyandadır diyor Efendimiz (sav). Bunun üzerine biraz düşünebilirim belki. Kastedilen tam olarak nedir acaba? Gençliğimde bunu hep yeni bir şey öğrenmek ve uygulamak olarak düşünüyordum. Hergün hayata yeni bir şey katmak mümkün mü bilmiyorum. Bazen elinde olanları bile kaçırabiliyor insan. Bu durumda rutini devam ettiriyor olmak ziyanda olmak anlamına mı geliyor? Sanmıyorum çünkü en makbul olan az da olsa devamlı olandır hadisi de vardı. Başa döneyim o zaman ve okuyayım. Dolmadan taşmaya çalışanlardan olmayayım. Haydi bana müsade.

Dur!

Beklemek şu hayatta beni en çok yoran şeylerden biri olabilir. Bir şey gelecek ve geçip gidecekse şayet niye bekliyoruz ki hemen gelsin ve gitsin :) Hep 6'nın kanat sesleri bunlar. Görüyorum ama engel olamıyorum. Belki de engel olmam gerekmiyordur. O halin içinde durabilmek... Sahiplenmek değil ama kabullenmeyi deneyebilir miyim acaba?

Kalk ve yorul!*

Her zaman öyle de, özellikle bugünlerde yapılacak en iyi şey yorulmak. En kötü şey boş durmak. Daha uzun bir şeyler yazmak isterdim ama yine Parkinson yasasına tabi olup yazıyı son vakte bıraktım. Böyle daha heyecanlı oluyor, kaçan bir trene yetişmek gibi hop diye son anda atlıyorum hep kan ter içinde. Daha özenli, itidalli, sakin zamanlar da gelecek inşallah. Allah güzeldir, güzelliği sever diyor Efendimiz (sav). Rabbim bu ahlakı kazanmayı ve her ne yapıyorsak onu en güzel halde tamamlamayı nasip etsin. Yoksa malzemeden çalan müteahhitten bir farkımız kalmayacak.  * Bir işi bitirip boş vakte sahip olduğunda hemen yeni bir işe sarıl; Ve her daim Rabbine yönel!.." (İnşirah, 7-8)

İnsan

Dozunda insan ilişkisi kişiyi ayakta tutan ve iyileştiren en önemli şey galiba.  Keşke bu cümleyi tam da kendisine zaman ayırmamı isteyen bir insanı redderken yazmasaydım :) ama yapacak bir şey yok çünkü dozunda ilişki kuracağımız ilk kişi aslında kendimiziz. Ve benim şu anda kendim için yapmam gereken bir şey var, o yüzden buradayım. Can yeleğini önce kendime takmalıyım. Allah kimseyi yalnız bırakmasın. Yalnızlığımız mecburiyet değil bir tercih olsun.

Zinciri kırma!

Bazı insanlar çocukluğuna dair bir sürü şey hatırlar, ben hatırlamıyorum. Bu başka bir yazının konusu olsun. Tek tük anımsadığım şeylerden biri eve gelen nektarin şişesi. Azıcık malzemenin suyla karıştırılarak çoğaltılması ve bir sürü insana yetmesi çocuk aklımca cok şaşılası bir mevzuydu. Peygamber Efendimizin (sav) cevamiu'l kelim olan sözleri bana bu nektarin gibi geliyor. Zaman zaman karşımıza çıkan ve bizi damardan yakalayıp heyecanlandıran bir sürü afilli konunun aslında biraz kurcalayıp üzerinde mesai yaptığımızda, zaten biliyor olduğumuz hadislerin içime hazır hale getirilmiş şekli olduğunu görebiliriz. Mesela Barış Özcan'ın icadı olarak ortaya çıkan "zinciri kırma" tavsiyesi tastamam şu hadisten alınmıştır bence: "Allah katında en güzel amel, az da olsa devamlı olandır." Düzeltme: Zinciri kırma yöntemi ilk olarak ünlü komedyen Jerry Seinfeld tarafından dile getirilmiş.

Küsme!

İnsanın kendini ve sınırlarını bilmesi, yapabileceklerinin ve yapamayacaklarının ayırdında olması önemli. Hep idealize edilmiş örneklere bakmak ve belki farkında olmadan hayıflanmak kişiyi yapabileceği şeyleri de yapamaz hale getirebilir. Çapım bu, ben buyum ve bu kadarını yapabiliyorum diyebilmek yürek istiyor elbet. İnsan başkalarına öykünmeyi bırakıp, durumunu kabullenip çapını doldurursa işte o zaman  kendinden bir adım öne çıkıyor ve parlıyor. Şayet hâlini kabul etmez ise önce kendine sonra dünyaya küsüp daraldıkça daralıyor.

Tünel

İman büyük nimet. Sırtını kocaman bir dağa yaslamak gibi. Ne olursa olsun hep tünelin ucunda bir ışık görebilmek gibi. Hamd şükürden daha yüksek bir mertebedir ve kişi musibet zamanlarından önce yaratıcı ile bir bağ kurmuş ise sığınacak kapısı vardır ve dünya ancak o zaman dayanılabilecek bir yer olur dedi Fatma Hoca. Buradan başlamak lazım işe. 

Cephe

Bir şeyin başka bir yolunun, daha iyi bir versiyonun olduğunu bilmemize ve görmemize rağmen etrafımızdaki birincil kişilerin katı tutumları nedeniyle bir değişiklik yapamamak ve o şartlar içerisinde yaşamak; çok rahatsız edici bir durum. Normal şartlar altında zor da olsa idare edilebilen şeyler, rutinde oluşacak en ufak bir değişiklikte, hemen ve her defasında tekrar tekrar önümüze çıkıyor. Sorunu çözmek için odağı içeri taşımaya çalıştıkça aslında cephenin sürekli geriye geldiğini görüyorum. Bir gün hiç toprağım kalmayacak diye korkuyorum.

İçsel miyiz dışsal mı?

İçsel odak ve dışsal odak İnanç Ayar'ın en çok vurgu yaptığı konudur. Bir kişinin konuşmasından onun içsel odaklı mı dışsal odaklı mı olduğunu anlayabiliriz. Bir olay karşısında elbette durum tespiti için çevresel etkenler konuşulmalıdır ama kişi direk ve sadece kendi dışındaki etkenlerden bahsediyor sıra bir türlü ben ne yaparsam bu durum değişire gelmiyorsa,  dışsal odaklı olduğunu söyleyebiliriz. Deprem özelinde geldiğimiz noktada geniş bir açı ile bakmak ve neleri değiştirebileceğimize kafa yormak zorundayız. Söylemlerimizi sürekli dışsal odaklar üzerine kurmak, devamlı aksaklıkları dile getirmek, dert yanmak, onu yapmadılar bunu etmediler diye söylenmek hem bizi bir yere götürmez hem de yaşam enerjimizi bitirir. Bugün Fatma Bayram hocayı ve Prof. Naci Görür'ün Nasıl Olunur podcastini dinledim. Kendi adıma bir sürü eksiğim olduğunu farkettim. Bir değişim başlatmak için odağı içeri taşıyıp bir eylem planı yapmak şart. Hiçbir şey olmasa dahi en azından vicdanen rahat etmek, e

Zaman

Bu bloğu depremden kısa bir süre önce açtım ve düzenli yazma alışkanlığı kazanmak için bir pratik yapmak niyetinde idim. Yazdıklarıma geri dönüp baktığımda her şey gözüme çok manidar gelmeye başladı. Çocukluk hatıraları, yokluk tahayyülü, içinde yaşadığımız kutular ve rutinin kıymeti. Kendiliğinden seçtiğim konu başlıkları beni şaşırttı. Hayat hep bir denenme ve sınanma yeri. Tam bunu unutacak gibi oluyoruz ki pat bir şey oluyor. Acı elbet. En doğrusunu Allah bilir ve onun merhameti sonsuzdur.  "Zaman sadece birazcık zaman Geçici bu öfke, bu hırs, bu intikam Acılarımız tarih kadar eski Nefes alıp vermek misali olağan." "Tut, asırlık umutlarla acılarla Tut, bırakma peşini hayatın ateşini gel Sana söz yine baharlar gelecek Sana söz ışık sönmeyecek." İçimde şarkılar ve dualar var...

Karmaşa ya da kargaşa

Karmaşa: Karmaşık olma durumu, çözülmesi güç olan iş. Kargaşa: Karışıklık, düzensizlik. Siyasal ve yönetimsel kurumlarda beliren güçsüzlük nedeniyle toplumda devlet denetiminin kalmaması durumu, toplumda düzen bozukluğu, yönetime ve yasaya uymayış, kışkırtma ve karışıklık dolayısıyla ortaya çıkan durum. Karmaşa ve kargaşa devam ediyor kaçınılmaz olarak. Biri yardım paketlerinde hiç atlet, iç çamaşır yok diyor diğeri atlet niye yolluyorsunuz kalın kıyafetler gönderin diyor. Biri eğitimli olmayan kişiler boşuna buraya gelmesin ayakbağı oluyor diyor başka biri yok öyle bir şey, herkes gelsin diye bağırıp duruyor, biri kefen yok diyor diğeri ne münasebet diyanet bu talebi karşılıyor diyor. Kıyafetler oraya buraya atılmış, efendim kek ne işe yararmış. Kötü niyetli olanları bir tarafa bırakırsak sonuç itibariyle herkes fili tuttuğu yerden tarif ediyor.  Rabb'im hepsine güç kuvvet versin. Şikayet dilini bırakmak lazım. Pakistan'ın para göndermesi ve Azerbaycan'daki okul müdürü ben

Bahar

Yine baharlar gelecek mi?

Dünya

Düzenli olmasa da zaman zaman uzun aralıklarla bir şeyler yazdım hep. Çoğunlukla günün tarihinden bağımsız bir iç döküştü bunlar. Çok nadir dünya ve Türkiye gündemine dair notlar aldığımı da hatırlıyorum. Körfez krizi, Turgut Özal'ın vefatı, Tansu Çiller'in başbakan olması, anne ve babamın vefatı, Ekrem'in ani ölümü, Esat Coşan'ın 63 yaşında dar-ı bekaya göçüşü ilk aklıma gelenler. 6 Şubat 2023'ün bahtına herkesin defterine acı ile kaydedilmek düştü. Bugün deprem oldu. ..... Şaşırıp kalmıştı şair Zebun bin Mestan Efendi... Nasıl çıktıysa dün geceki yangın, bir nefeste Baş Çarşı'daki tüm dükkânları kül ettiği yetmezmiş gibi, bedestenin ardına yaslanmış iki sokaktaki bütün evleri ve bu arada kaldıkları hanı da perperişan eylemişti. Sırtındaki gecelik, o telaşla ayaklarına geçiriverdiği, kimin olduğunu bilmediği terlikler ve başındaki yün takkeden başka hiçbir şeyi yoktu artık dünyada... "Hava bu kadar soğuk, gök bu kadar kapalı mıydı hep?" dedi savrulan

Zihnin oyunları

 Alain de Button; nasıl okunduğunu bilmediğim için hangi ek ile devam edeceğime karar vermeye çalışıyorum şu an, yazıldığı gibi okuyayım en iyisi. Button'un Seyahat Sanatı kitabını yıllar yıllar önce okudum ve kitaptan aklımda kalan bir bölüm vardı. Resim yapmanın, resimle uğraşmanın gerekliliğinden bunun insana katacağı özelliklerden bahsediyordu, çok etkilenmiştim. O vakitler halamın kızına her hafta mektup yazardım. Uzun uzun bu bölümden bahsetmiş hatta yeni aldığım ayakkabının resmini çizmiştim. Bir şeyi resmetmeye çalışmak kendiliğinden insana derinlikli bir bakış kazandırıyor. Çizdiğimiz şey her ne ise göz ve zihin ondaki ayrıntıları farketmeye başlıyor. Evet tabi ki sonunda meşhur bir ressam olmamız değildir beklenen. Olması gereken kişinin hayatına kendi çapında bir değer katması, Fatma Bayram hocanın sayı doğrusu üzerinden anlattığı şekliyle kendini yola çıktığı yerden hep biraz daha ileriye taşımasıdır.  Konuya dair daha bir sürü şey söylenebilir ama anlatmak istediğim bu

Başlamalı yeniden

Mızraksız İlmihal kitabında bir tip var, dava delisi Kerim. Dönüş yapıyor ve devamlı bir şeyler okuyor, öğrendiğini de hemen uygulamak derdinde. Etrafındakiler de nasıl olsa Kerim almaya hazır diye dayıyor bilgiyi hiç ara vermeden ve Kerim'in trafo patlıyor bir gün. Sürekli yeni bir şeyler öğrenmek, bunları sindirmek, uygulamak, uymayanı atmak için de bir mesai gerek. Bazen dinlediğimiz bu konuşmacılar akşam eve gidince nasıl uyuyorlar diye düşünüyorum. Sürekli eğitime dair bir şeyler öğrenmek, aksaklıkları görmek ve sonra aynı sistemin içerisinde pek bir şeyin değişmediğini de görerek kalmaya devam etmeye dayanmak her babayiğidin harcı değil zira. Yılmadan, bıkmadan aşağı yukarı hep aynı şeyleri ilk sefer anlatıyormuş gibi coşkuyla anlatabilmek benim çok da yapabildiğim bir şey değil. Hizmet içi eğitimde birkaç konuşmacı dinledim. Yılların birikimi ve okumaya meraklı olmam nedeniyle anlatılan çoğu şeyi bildiğimi, çalışmaya ilk başladığım zamanlarda hem uygulamaya hem de çevremdeki

Ciddi adamlar, ciddi kitaplar

Ben İmam Hatip'teyken bir fikir kitabı okuma furyası vardı. Kitap fikir vermeliydi. Yemek tarifi gibi açıcan bakıcan ve hop diye hemen yapacaksın. Okunacak şey ciddi olmalıydı, öyküydü romandı öyle boş işlerle uğraşmamalıydı insan. Müslüman Olmam Neyi Gerektirir, Yoldaki İşaretler, Ruh Terbiyesi, Kelimeler ve Kavramlar gibi okumak için zorladığım kitaplar. Mızraksız İlmihal kitabında böyle bir bölüm var, içimi yakıyor okudukça. O dönem çıkan kitapların isimlerini arka arkaya yazmış yazar. Kitap isimlerinde bir hikaye çıkmış ortaya, şaka gibi. Geçenlerde Fatma Barbarosoglu'nun Rasim Özdenören'in arkasından yazdığı veda yazısını okudum. Rasim Özdenören fikir kitapları yazan yazar kategorisinde kendisine mesafeli durduklarımdan biriydi benim için. Fatma hanımın söz konusu yazıda öykü yazana kadar hep zihnimde taşıdım dediği Rasim Özdenören'in Ocak adlı öyküsüne bir bakayım dedim. Kahvaltı boğazıma dizildi resmen. Nasıl güzel yazmış. Bir anda kendisi ile aramdaki mesafe kap

Hayat ne tuhaf

Bazen bazı şeylerin peşine düşeriz, ardından koşarız, gözünün içine bakarız da yine de olmaz. Nasip değilmiş deyip geçmek de zor gelir çoğu zaman. Kapı kapanmıştır, önünde eğleşmeye gerek yoktur aslında ama insan üns kökünden gelmekliğinden olsa gerek ha deyince de çekip gidemez. Dünya tuhaf bir yer. İnsan da tuhaf. Ben de tuhafım. Keşke biraz mantık bilsem, felsefe okusam, tarihe de ilgi duysam, olaylara sosyolojik açıdan baksam psikolojik çıkarımlar yapsam, peygamber kıssalarından yola çıkıp günümüze ulaşsam, biraz da şiire bulaşsam: Güzeldim de galiba bunu nasıl söylesem: Eline sağlık Tanrım leyla çok güzel olmuş. Tanrım eline sağlık dünya da çok güzel olmuş. Keşke biraz ölmesem.

Olmuyor, olsun!

Ey olmazları olduran Rabbim :) olmuyor. Yaz yaz sil, günlük olmasın, klasik lafları etme boşuna, kendinden de bahsetme, e ne yapayım. Bilmiyorum. İsmet Özel'in Münacat'ı geldi aklıma; şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi, taşınacak suyu göster, kırılacak odunu...